Geçmişle ilişkimizi sağlayan, onu saklayan, gelecekle ilgili kararlar vermemize neden olan deneyimlere yaşanmışlıklara toplumsal hafıza diyoruz.
Belleğimizdeki o çok değerli ‘bedeli ağır ödenmiş’ tarihi bilgileri rafine ederek ülkemizle, kendimizle sevdiklerimizle ilgili kararlar veriyoruz.
Doğrumu?
Biliyorum, hafifçe gülümsediniz…
Bizde hep tersi olur.
Kolektif belleğimiz sık -sık resetlenir. Hayat yeniden ve sıfırdan başlar.
Geçmişle hesaplaşmak, geçmişle yüzleşmek yerine, en kolay olanını seçiyoruz; yok sayıyoruz, silip yolumuza devam ediyoruz.
Çünkü bilgiden, bilimden, yargılamaktan, hesap vermekten, hesap sormaktan çok korkuyoruz. Korkular toplumsal bellediğimizi önce rehin alıyor, kuşatıyor, sonra da siliyor.
Geride; geçmişle bağı kopmuş, kimliğini yitirmiş, sormayan, sorgulamayan, düşünmeyen, anlık yaşayan, canlı organizmalara dönüşüyoruz.
İnsanlığın farklı evrelerini barındıran, sanat, kültür, tarih açısından çok değerli birer hazine olan müzelere olan ilgisizliğimizi de bu toplumsal hafızamızın yetersizliğine bağlarım.
Yaşadığımız depremleri, çektiğimiz acıları, yitirdiğimiz canları, enkaz altındaki çığlıklarımızın toplamı için kentlerin merkezinde müzeler inşa etsek kesin olarak inanıyorum ki… ilk iş olarak demirden, çimentodan, malzemeden, işçilikten nasıl çalınır hesabı yapacağız.
Çünkü Türkiye’deki kamu ihale sistemi böyle oluşturulmuş. Bayraklı depreminde kamu binalarının özellikle okulların durumunu pek sorgulayan olmadı. Onlarca okul çöktü, çökecek sınırında…
Deprem Müzesinden söz açmışken bir hatırlatmada bulunayım. Sakarya’da 4 bin kişinin hayatını kaybettiği 17 Ağustos 1999 depremi anısına açılan müze ilgisizlikten kapanmak üzere.
Çocuklarımızı o müzeye götürüp “mimarlık, mühendislik, şehircilik, müteahhitlik, belediyecilik ve aç gözlülüğümüz, rant tutkumuz yüzünden’’ 4 bin kişinin öldüğünü neden anlatamıyoruz?
Neden birileri çıkıp ‘Kral Çıplak’ demiyor, diyemiyor. Çünkü şehirlerde oluşturulan rant zincirinin halkalarının başında belediyeler, arsa sahipleri, müteahhitler, mimarlık, mühendislik sektörü, inşaat malzemesini üreten binlerce tedarikçi firma var.
O yüzden herkes topu taca atıyor.
TBMM’sinde bir milletvekilimiz bağıra, bağıra konuşuyor; İzmir’in yüzde 60 gecekondudur, sağlıksız yapılaşma nedeniyle olası bir depremde yüzlerce mahalleye itfaiye aracı dahil, bir ambulans bile giremez” diyor. 40 yıldır yerinde patinaj yapan bir şehirden söz ediyor.
Bu kentte üniversiteler, mimarlar, mühendisler, şehir plancıları, toplum bilimciler yok mu ?
Fazlasıyla varız.
Ancak ve ancak BİLGİ TOPLUMU olmanın bedeli ağırdır. Çok çalışmayı gerektir. Kısa yoldan bu kadar hızlı, orantısız zenginleşmenin önünü keser.
Son 100 yılda ülkemizde yaşanan bütün depremlerin siyasi sorumlularını da sorgular.
Toplumsal hafızamızın işlevsizliği aynı zamanda siyasi elitlerin işini de kolaylaştırıyor. İnsan aklının birikimi ortadan kalktığında; geride kimliğini yitirmiş, varlığını markalarla, bindiği arabalarla, oturduğu evlerle, giydiği ayakkabılarla, taşıdığı cep telefonuyla ifade eden, tarihsel/kültürel benliği olmayan yapay, kolay yönetilebilir, tecrübe yoksunu bir insan yığını kalıyor.
Diyarbakır’da 1983 yılında çöken Hicret apartmanının enkazında fotoğraf çekiyordum. (93 kişi yaşamını yitirmişti) Müteahhidin bir akrabası omuzuma dokundu. “Allah’ın emri olmadan ağaçtan yaprak düşmez. Bu insanların kaderi de böyle yazılmış “demişti.
Kurulan taziye evlerinde de din adamları benzer motivasyonlarda bulunuyorlardı; bu onların kaderidir.
Bence enkaz altında ölmek hiçbir vatandaşımızın kaderi değildir, olmamalıdır da.
Sorumluluğu İRADEYİ yok saymak, müteahhit hırsızlığını kadere bağlamak kolaycılıktır.
Allah; bize akıl, hafıza, ahlak, öngörü, İRADE gibi binlerce yetenek bu yetenekleri taşımamız için bellek, deneyimleri saklama özellikleri vermiş.
Bunu kullanmamanın sonucu da depremlerde ölüyoruz.